Dervişin Yolu’na yol, yolunda toprak olup, içinden çiçek olup açabilmeye var mısın?
Derviş bir şaman, bir kam, ışık ve ışık atlatıcısıdır. Dervişin Yolu, kendini bilmenin ve kendinde olmanın yoludur. Kişiye hayatından sorumlu olmanın idrakinin kapısını açar, içeriye ve daha içeriye davet eder. Yaratılan her şeyi Yaratan’dan ötürü olduğunun şuuru ile, ölü parçalarını diriltmek üzere buluşmaya davetlisin. Bu çağrıyı gönlünde duyan, hisseden ve sorumluluğu alanlarla buluşalım.
Soruyoruz;
“Dervişin Yolu’na yol, yolunda toprak olup, içinden çiçek olup açabilmeye var mısın?”
Kökleri bir taraftan Kafkaslara, diğer taraftan Mısır’a uzanan bir ailenin tek çocuğu olarak 1966 yılında Gaziantep’de doğdum. Babamın memleketi Malatya’nın Doğanşehir ilçesinde gelenek ve göreneklerine bağlı bir ortamda büyüdüm. Çevresine kol kanat geren bir babanın oğlu olmak, etrafımdaki insanları kardeş gibi görmemi sağladı. Beş yaşımdayken İstanbul’a taşındık. Çapa İlkokulu’nda 3.sınıf öğrencisi iken, eski bir güreşçi olan babam beni elimden tuttu ve judo kursuna yazdırdı. Bu, benim bambaşka bir dünyaya attığım ilk adım oldu. O dönemde Japonya, Almanya ve İngiltere’den ülkemize gelen uluslararası alanda ün yapmış üstatlarla judo, aikido ve jujutsu eğitimlerine başladım. Onlardan birebir aldığım derslerde bana aktardıkları öğretiler, bugünkü bilgilerimin temelini oluşturdu. Bunlar; Zen Felsefesi ve Kültürü, Uzakdoğu Tıbbı, manyetizm, doğanın ve bedenin ritmi gibi konular içeriyordu. İlk başlarda, sadece bedensel ve fiziksel özelliklerimi geliştirdiğimi düşünürken, aslında duygusal ve ruhsal esneklik eğitiminin içerisinde buldum kendimi. Uzun yıllar judo milli takımında yer aldım. Tamamını okumak ister misin?
Allah yaratan olduğu için itaat edilmesi gereken mecburi biriydi. Onun dediği kayıtsız şartsız kabul edilirdi. Asıl sorun da bu kayıtsız şartsızda başlıyordu zaten. Allah'ı anlatan peygamberler, alimler, evliyalar, hocalar bizlere de kendi algıladıkları gibi bir Allah imajı aktardılar. Belki onlar gerçeği gördüler de... Ya peşlerine gelen insanlar? Sadece duyduğunu aktaranlar? Din dersinde (Almanya'da), bir ara dersimiz incildeki dört kitabı karşılaştırıp paradoks olan kısımları bulmaktı. Asıl mesele, dört büyük İncil kitabının, dört ayrı büyük(!) Hristiyan alimi tarafından onların görüşlerince yazılmış olmasıydı. Benim de öğrendiğim, Allah'ın dediğini yapmazsan "mükafat" alamazdın ve "cennete" gidemezdin. Onun istediği gibi yaşamadığında ahirette hesap verecektin ve acı çekecektin. İyilik yapmak zorundalıktı, kendi elinde kalmayacak olsa da verecektin... Yardım edecektin... Kendini yok sayacaktın... Beş vakit namaz kılıp, ibadet edecektin, etmezsen hesap verecektin... Kadınsan kapanacaktın, kadının "her" yeri avretti ve karşı taraf etkilenebileceğinden kapanması mecburi idi... Annem, çocukluğumda kapanmayanların ahirette saçlarının yılana dönüşeceğini söylemişti. Bir kadın kocasının her dediğini yapmalıydı... “Baba evine ziyarete gitme.” dese kocası, babası hasta da olsa ölse de gitmeyecekti... Aslında "iyilik" anlayışım "vermek"miş benim. Çünkü erkeği, erili üstün görmüşüm ve vermek Eril. Ceza ve mükafata olan ihtiyacım ise yatayda olduğum içinmiş, bildiğimde kaldığım, aynıyı yaşadığım için... Ailemin erkeği üstün görmesi benim maddeyi, dünyayı sevmememden, küçük görmemdenmiş. Beni "kız" olarak kısıtlamaları, benim ne yapacağımı bilmememden, hedefim ve amacım olmadığındanmış. "Cimri" insanları hayatıma davet etmem yine benim maddeyi küçümsemelerimdenmiş. Allah'ın "her" dediğini yapmaya çalışmak, kurallarda katı olmak, "islamın" tek doğru din olduğu zannım cenneti kazanma isteğimdenmiş. “Bu dünyada İslam’a mensuplar eziyet görür ve eziyet görenler cenneti kazanır.” anlayışım varmış meğer. Hatta "Ömrü Ramazan olanın ahireti bayram olur.”muş!
Çocukluğumda bizim evde Allah’tan çok bahsedilmezdi. Allah’a doğru bir yönlendirme ne ailemden ne de sülalemden görmedim. Ailemin bu yaklaşımının aksine ben de sürekli Allah ile iletişim halinde olan ve O’nun sevgisini hisseden bir çocuktum. Allah’ı her zaman koruyan ve adaletli bir Yaradan olarak düşünüyordum. Çocuklarımla da Allah sevgisini paylaştığımı düşünürken, onlara yaptığım bazı uyarılarda, onları Allah’tan çekinmeye yönlendirdiğimi fark ettim. Örneğin, oğlum eliyle yapacağı bazı şeyler için çok üşengeçlik yapıyor. “Olmuyor, yapamıyorum” ifadelerini çok sık kullanıp bize yaptırmaya çalışınca, “Allah sağlıklı el vermiş, kıymetini bilmelisin, sen böyle yapınca eli olmayanlara haksızlık oluyor.” diyordum. Allah şöyle yapar, böyle yapar diye korkutmasam da ondan çekinmelerini sağlıyordum bugüne kadar. Halbuki dünyaya, maddeye kibir ile gelmiş bir ruh olarak, kendine verilen bedenin, hayatın kıymetini bilmeyen ve başkalarına bu sebeple haksızlık yaptığını düşünen bendim. Bu hayata köklenebilmek adına doğduğumdan beri birçok şey yaşadım. Bebekken havale ve zehirli ishal geçirmişim. Her ikisinde de hastanede, “Çocuk ölmek üzereymiş.” demişler. Yaşadığım sağlık durumlarından ötürü anneme, “O çocuk hala yaşıyor mu?” diye sorarlarmış. Büyüdükçe farklı şekillerde korunduğum anlar oldu. Çok dar kuyuya düşmem, bir bacağım dışarıda kaldığı için kurtulmam, 2 yaşında siğil ilacı içme girişimim, ses tellerime bir şey olmaması, motosikletin ezmesinden kılpayı kurtulmam vs. Daha birçok şey... Büyüdükçe, “G., Allah’ın seni nasıl koruyor, çok şey yaşasan da bir şey olmadan atlattın, daha ne kadar sürer bu durum bilmem.” diye düşündüğüm zamanlar olmuştu. Çünkü’ “O beni her zaman destekliyor ama ben ne yapıyorum ki?” hissi geliyordu. O zamanlar böyle düşünmemin sebebi, gerek okul gerek iş hayatında bazı başarılarımın olması ve benim Allah’ın verdiği güzelliklere ve yeteneklere sahip çıkamadığım hissiyatımdı. Çünkü ön plana çıktığım zamanlarda bir şekilde bu durumdan rahatsız olup o başarıları devam ettirmeyen bir G. vardı. Bu sefer de Allah’ın verdiği potansiyeli değerlendiremediğimi düşünüyordum. Çünkü Allah benim için çok adaletliydi ve ben verilene sahip çıkamıyorsam ya da kıymetini bilemiyorsam onun terazisinde haksızlık yapıyordum... Yaradanı, “Allahım ne güzelsin, nasıl güzel adaletin var.” diyerek severdim. Kendini bilen Rabbini bilir sözünden yola çıkarak. Meğer ben adalet sevdalısı olmuşum, her zaman babamı ve Allahı çok adaletli görmüşüm. Herkese adaletli olacağım derken adaletsizliği kendime yapmışım bugüne kadar. Baktığım her şeyde güzeli görmeye meyilim var ve Rabbim o kadar güzel ki... Kendi değerimizi içimize alabilmemiz niyetiyle...
Cezalandırıcı Allah inancımın var olduğunu fark ettiğim o bir an… Zaman bir an durdu sanki. Ben ki kendini Yaradan’a iman etmiş sanan ben… “Dur!” dedim kendime, buydu düğüm noktası, cezalandırıcı Allah inancı... Nasıl da her yanıma sirayet etmişti bu inanç. Beni ve çevremdekileri yöneten yönettiren kurban ettiren… Dindar olan ya da öyle olduğunu zanneden bir aile ve çevrede büyüdüm. Şekli ritüeller yapan ama dışarıda ve içeride kaos halinde olup, ezilip ezen ve bunları gökteki kızgın Allah inancı için yapan kişiler… Ama samimimi Anadolu insanı, atalarından öğrendikleri ilah inancına sımsıkı sarılıp onunla köklenen… Şekli ritüeller tabi boşa değil. Hepsi hatırlatıcı ama biz aracıyı ilah edinip, kabuğu parlatıp öze uzak kaldık şimdiye kadar… Gönlüme bir şeyler dokunuyordu, bu değildi hakikat… Dillerde güzel insan Hz Muhammed ama eylemler bambaşkaydı… Toplumun çoğunluğunda da bu hakimdi. Öyle bir cezalandırıcı Allah inancı hakimmiş ki zerre hissettirmemiş varlığını. Evdeki eril model dişili eziyor, etrafta kaos mevcut, erkeklerden uzak dur inancı hakim ve nasıl bir kodlama yapmışsam dişi bedeninde eril kadınların zulmüne muhatap oluyorum... Hep susuyordum. Çünkü Allah rızası için yapıyordum. Ben sustukça zulümler artıyordu. Her dediklerini yapıyor, kölelik ediyor ama daha da zulüm ve iftira görüyordum. İçimdeki kavga ise bambaşkaydı. Düşüncelerim duygularımı eziyor, içinden çıkamıyor, sonunda içten içe Yaradan’a kızıyordum. Neden? Neden iyilere zulüm ettiriyordun? Sonra yine ona sığınıyordum. Başka gidilecek yer mi vardı ondan gayrı... Ondan yine ona sığınıyordum... Sistem yanıldığımı işaretlerle gösteriyordu, kötü diye nitelendirdiklerim ektiklerini biçiyorlardı. Nedenler nasıllara dönüşmeye başlayınca, anlamaya başlıyordum yavaş yavaş…. Lisans da okudum ve okuduğum çevre mühendisliğini sadece iki yıl yapabildim. Okuyunca düzelir kaçarım o ortamdan dedim ama ben, kendimi her yere götürüyordum. Ezilerek gökteki Allah’a ama cezalandırıcı Allah’a kurban ediyordum kendimi, mükafatı da ötelerde bekliyordum. Bir de erilin dişili ezdiği ve bunu seyrettiğim için erille kavga halinde olup pasif dişil olanları korumaya, haklarını aramaya çabalayışım... Annemin kurtarıcısı olmak onunla köklenmek onun gibi erili uzağa koymak... Çünkü eril, ezen ve kötüydü. Kurtarıcı eril modele bürünmek… Bir noktadaki inanç nasıl da her yerde? Baba, benim için yetimlikti, var ama yok… Uzağa koyacağım bir erille buluştum ardından. Gurbete geldim iki aileden de uzak bir mekana ama kalıplarım da benimle geldi ve o kalıplara başka açılardan sahip biriyle evlendim… Severek evlendim ama uzaktaydı. Mekan olarak değil, bana uzak... Ben, onun ailesi tarafından eziliyordum ve o, ses çıkarmıyordu. O zaman onunla kavgaya başlıyordum… Ta ki bunların benden yansıdıklarını anlayana kadar... Bana kurban olduğum inancındaki halimi nasıl yansıtıyorlardı… Paratoner gibi haksızlığı kendime çekiyordum… Hani susmak alttan almak iyiydi? Buydu benim kodum. Aracı ol, alttan al, kurtarıcı ol… Kendini kurtaramamışken… O kadar ver ki sende kalamasın. Çünkü sen layık değilsin, değildin… Aşırı vermelerim şefkat tokatıyla dengeye getiriliyordu. Bana göre herkes iyiydi, vermek güzeldi… Almayı aşağı görmüş, dolayısıyla “Dişi de aşağıdır.” anlayışı ile dişiliği bloke edip eril olmaya çalışmıştım. Bedensel rahatsızlıklar başlamıştı. Özellikle su sistemimde... Hala da devam eden bu rahatsızlıklardan şifalanmasına niyet ediyorum… Erteleme, zamanla kavga etme hepsinin altında bu inanç hakimmiş… Ünal Hoca biriyle barışın hepsiyle barışırsınız dedi. Hadi canım dedim. Bu kadar bağlı olabilir mi tüm alanlar birbiriyle? Biriyle küssen hepsiyle küssün, biriyle barış hepsiyle yavaş yavaş barışıyorsun. İçinde olunca fark ediyor insan... Yaşayınca... Ama işin başlangıcı bunun sende var olduğunu kabul etmek, edebilmek… Aslında ben içimde kendime, Yaradan’a küsmüşüm. Niye beni bu kadar hassas yarattın? Her şeyi hissedebilmek herkesin derdiyle dertlenmek kolay değil! Herkesi, bir güzel kelamla, girdiği kuyudan çıkarabilmek ama kendine fayda edememek hep kurtarıcılık misyonu değil mi? Sanki mutlu olursam Yaradan kızacak sanki bu dünyadan tat alırsam cezalandıralacağım… Kadınlar gülmez ki… Geçmişteki kalıbım buydu, buymuş… Cehennemde en çok kadınlar varmış(!) Bu sözlerle büyüdük… Peygamberler erkek… Allah yakarmış…Çocuk G.'nin duydukları... ama gönlüne uymayanlar, uyduramadıkları… Başkalarına zulüm etmem edemem derken ne kadar kendime zulüm etmişim bilmeden… Öğrenilmişliklerim, zanlarım yönetmiş beni bugüne kadar… Hani Tur’da “Nalınlarını çıkar Musa!” dedi ya HAKK, nalın neydi? Eski bilişlerin… Bunları yaşarken ilginç olan kısım hissizliğim. O kadar acı ama o kadar tepkisizlik… His yok sanki… Güçlenmeye çalışıyordum, kim bilir… Ya da hissetmeye… Acıyla mı kökleniyordum yoksa? Ben ve ailem belki de bu zanlarımızı, özellikle cezalandırıcı Allah inancını temizlemeye gelmiş, aşırıya kaçmış ruhlardık… Ee bir de “dışarısı üstün” anlayışı... Erili temsil eden her şey üstün, onlara ezdir kendini... Sonra da “Neden ezdirdim?” diye kavga et içinde… Bunları barıştırmakmış as olan… Şifalanmak için düştüm yollara… Ünal Hocanın videoları çıktı karşıma. Can suyu bekleyen bitki misali tek tek yazdım her kelimesini. Bir söz vardı, bilindik ama çok etkileyici; OL’an Hayır’dır… Gönlüme yazdım bunu. Aa dedim ben suçlu değilim. Ben bedel ödemek zorunda değilim. Olan ve olacak olan her şey hayır... Şu an bakıyorum da yine altında cezalandırıcı Allah inancı varmış. Kendimi feda etmezsem, nefsimi ezmezsem Allah beni sevmeyecek sanmışım. Anne babadan öğrendiklerim… Onların da kendi ailelerinden gördüklerini bana aktarmaları… Suçlanacak, suçlayacak birileri değil dengelenmeye çalışan beşerlermişiz, insan olmaya çalışan bizler… Bakıyorum da Buddha, Mevlana ne kadar anlayışlı, ne kadar kucaklayıcı derken sonsuz saran Kerem sahibi, sonsuz seven, kulunu yargılamayan Yaradan’ı, O bilinmezi, O Hu’yu nasıl uzağa koymuşum! Affet ALLAH’ım! Biliyorum sen çok affedicisin, kendimin kendimi affedebilmesini nasip et... Eğitimlere katılmaya niyet ettim, nasıl mümkün dedim pandemi oldu, online dersler başladı. Hocayı anlamak ilk zamanlar kolay değildi… Yavaş yavaş anlamaya, bilgileri sindirmeye çalışıyordum. Ama her fark ediş bir kapı, bir şifa, bir kabul açıyordu ve çevremdekiler de değişiyordu ya da bana olan tesirleri… Diriliğin Yolu Kamil insan Pazar günü Pazar eyliyor, mana sofrasını açıyor, talibe… Ten’den Can’a yolculuk… Bu öyle bir aşk ki gidenin elinde değil, gelmek istemeyen zorlanamıyor. Pazar günü alınan mana bilgileri Pazar ertesi hayata geçirilmek için yola revan olunuyor, talip tarafından… Bu mana bilgilerini fark etme yolunda olduğum için Yaradan’a, Ünal Hocama, kendime teşekkür ediyorum, şükrediyorum. Ağlayarak gördüm, “Allah’ım seninle barışmak istiyorum.” dedim. Bana yardım et Yaradanım, aklımı gönlümü temizleyebilmek ve senin aklına bağlanabilmek istiyorum... Ben akışta kalmaya niyetlendikçe yollar açılıyor inşallah... “Ben kulumun zannı üzereyim.” zannımı güzel eyle Yaradanım… Misafiri içeri alıp hazmedebilmek, eski öğrenmişlikleri temizleyip barış ve koşulsuz sevgi ekebilmek için yoldayız inşallah… Hz Meryem’e susma orucu verildi. Çünkü konuşursa eski batıl alanı konuşacaktı. Sus, temizlen, söz verilince sadece hakikatten konuş… Hz Yusuf’un gömleği arkadan yırtıldı. Yırt eski bilişlerini, dönme onlara... Bunların her biri Adem’den Muhammed’e boyutlarmış, hepsi bizde gizliymiş ,beynimizdeki batılsal alan, ayrımcılık yapan alan, gönlümüzdeki dünya nalınlarını, kini, gadabı, öfkeyi bırakmadan şekilsiz olana yol alınmıyormuş. Üzerime sinenleri temizlemeyi talep edenim. Yardım edilsin... Fark edişlerimi hayatıma geçirip huzur, selam halinde, bütünün hayrına çalışmayı talep ediyorum. O’nun izniyle… Şifalanıp şifaya aracı olmaya, kamil dengeye...
Kendimden kendime tüm parçalarımla tatla, neşeyle buluşup razılığına ereyim.
OLabilmek üzere yoldayım… Yolda eşlik edenlere, elimden tutanlara selam OLsun.
ÜNAL GÜNER İLE KÖLN KAMPI Tarih : 28-29-30-31 Mayıs - 1 Haziran 2025 (4 Gece-5 Gün) Yer...
ONLINE ATÖLYE ÇALIŞMASI Tarih: 22 Aralık 2024 Pazar Saat :11.00 - 14.30...
"Kaderin Kalemi Dilinde, Tesiri Kalbindedir." derinliklerine davetlisin....
@ Copyright reserved Beyribey Bilişim