Dünyamız ikilikler, dualite denilen zıtlıklar dünyasıdır. Aynı noktada başlayan yaşam akışta önce ikiye ayrılır: Kadın- erkek, gece - gündüz, sıcak - soğuk, iyi - kötü gibi...
Ayıran tarafımızı ifade eden bu dünya bize önce kendi sınırlarımızı çizdirir.
Hayata “ben ve sen” ile başlar, ben ve diğerleri ile devam ederiz. Bu hâlimizin tanımı psikolojide “ego”, tasavvufta ise “nefs”tir; önce bizi biz yapan dışarıyla, ardından da içeriyle olan bağımızı kurmaktır. Bu aşamada bazen dışarıyı bazen de kendimizi suçlamaya meylederiz. Bir olay olur; bu olay keyifli ise bize, değil ise dışarıya aittir deriz. Hayatımızda yer alan, istemediğimiz ne varsa öteye koymayı severiz, tam bu noktada ise kendimizle ve ötelediklerimizle olan savaşımız başlar: Biz kilo almıyoruzdur, metabolizmamız yavaştır; terk etmiyoruzdur, terk eden hep karşı taraftır; çok çalışıyoruzdur ama hakkımızı alamıyoruzdur; anlatıyoruzdur, anlaşılamıyoruzdur...
Yaşam akıp giderken birden bire, aynı yerde dönüp durduğumuzu fark ederiz.
Etrafımızda aynı insanlar, aynı olaylar hatta aynı ifadeler dönüp durur; hayatımız bitmeyen bir kabusa döner. Tam bu kısımda devreye; koşa koşa gidilecek, bizi “erdirecek” hacılar, hocalar, psikologlar, uzmanlar, koçlar yani dışarıda danışılacaklar’ girer.
Yıllar geçer, artık uzman bizizdir ancak ilacımız diğerlerine yararken bize etki etmez. Anladığımız onca kavram ruhumuza yetmez. Buluşacağımız yeri mi karıştırdığımızı, geriye doğru mu koştuğumuzu bilemeyiz. İçimizde bir yerlerde huzursuzluk devam eder. İyi ve kötü hâlâ peşimizdedir. İyiler dünyasında bunca kötünün ne işi olduğuna anlam veremeyiz. Ayırdıkça, ayrı düşeriz, birliğin kucağından kayar gideriz; oysaki huzura giden yola “itiraz” kapısından değil, “kabul” kapısından girilir. İtiraz ettiğimiz sürece içimiz köpürür ve etrafımıza kızacak olayları çekeriz.
İtiraz, kontrol etme isteğimizi gösterir; bu da “benim istediğim gibi olsun” dememizdir. Bize bizi fark ettiren egomuz, bizden güçlü hale gelmiştir. Tam bu noktada, kontrol etme çabamız her şeyi kontrolden çıkarır. Hayatın akışına olan itirazımız onun yönünü değiştirmeye yetemez, olan ise bize yönümüzün tersliğini anlatır. Egomuz isteğinin peşine düşerken ruhun sesini duyamaz. Ruhun sesi incedir, kulak vermek gerekir.
Akışa itiraz eden tarafımız önce ufak sonra büyük darbelerle durabilir. Bu an teslimiyet anına varıştır, ki tam orada her şey yoluna giriverir. Sesimiz kesilmiştir; içimizden gelene kulak vermiş, olanı kabule geçmişizdir. Bundan sonrasında yol yeniden ikiye ayrılır: Bu yaşadıklarıyla ruhuna kulak vererek özüyle buluşanlar ve kulağını kapayıp “mış” gibi yaparak oyalananlar.
Hepimizin özü birdir ama yeryüzünün ikilik dünyası bizi özüyle buluşanlar ve buluşamayanlar diye ayırır.
Özüyle buluşan olalım.
Sevgilerimle