Çocukluğunuzda ailenizden bazı talepleriniz vardı.
Bunlar; ilgi, dokunuş yiyecek ve en önemlisi sevgi talebiydi. Eğer seviliyorsanız onaylandığınızı; sevilmediğinizi hissediyorsanız ise onaylanmadığınızı düşünüyordunuz.
Ya da anneniz, babanız, aile üyeleriniz sevgisini sizden daha çok başkasına gösteriyorsa, bu anne ve babanın birbirine gösterdiği sevgi de olabilir, belki de kendinizi bir sevgi eksikliğine maruz kalmış hissettiniz. Bu hissiyat da sizde onay alma ihtiyacını doğurdu.
Onaylanma ihtiyacınız neticesinde ise belki kendinizden bile vazgeçerek, dışarının sizden istediği insanlar olmak üzere eylemlerde bulundunuz.
Kendi kararlarınız yerine ailenizin, toplumun, belki eşinizin onayı için, aslında perde arkasında onların sevgisini alabilmek için çeşitli kimliklere büründünüz.
Hatta daha fazla ilgi ve sevgi alabilmek için kendinizi hasta etmiş bile olabilirsiniz.
Bugün de eğer hâlâ dışarıyı fazla kâle alıyorsanız, dışarının sizi yönetmesine izin veriyorsanız, onların istediği gibi bir kişi olabilmek üzere kendinizden vazgeçme eğiliminiz varsa, aslında az sevildiğinizi ya da sevilmediğinizi düşündüğünüzdendir.
Bu düşünce hali sonucunda kişilerde, kendine ve hayata küskünlük, ilişkilerde kırgınlık, hayata karşı bazen üzüntü ve keder duyguları hakim olabiliyor.
Hakim bu duygular, içerdeki sevgi kanallarının tıkanıp kişinin kendi hayatını kötüleştirmesine, kendini hasta etmesine, bedenini, duygularını, zihnini rahatsız etmesine sebep olabiliyor.
Bunların arkasında aslında çok sade ve basit bir şey var: Kişi geldiği bu dünya hayatı içerisinde kendini yeteri kadar sevmediği için hayat aynasında onu yeteri kadar sevmeyen anne ve baba modelleriyle buluştu. Hayat içerisinde de onu yeteri kadar sevmediğini ve sevilmediğini hissettirecek eş, arkadaş, iş çevreleri içerisinde oldu. Bunlar da kişiyi, dışarının onayına muhtaç hissettirerek, kişinin, dışarısı onu sevsin, onaylasın diye çeşitli doğal olmayan yollara girmesine yol açtı.
Bugün kişilerin, özellikle birçok kadının, sağlık ihtiyacı dışındaki estetik meraklarının, bedenlerine zulümlerinin, aşırıya giden kıyafet alımlarının, dış aksesuarlara verdikleri önemlerin de dışarıya malını, mülkünü, zenginliğini sergileme çabasının ve kendini aslında olmadığı bir kişi olarak göstermesinin de ardında kişinin kendini sevmemesi var.
Kendini sevmemek insanın, hayatını hasta etmesinin temelinde yatıyor. Bu sadece duyguda, zihinde değil aynı zamanda bedenin içerisinde de benzer durumları meydana getiriyor.
Tabii ki kişi şunu diyebiliyor: “Adam akciğer kanseri olmuş bunun sevgiyle ne alakası var? Kanser hücreleri akciğeri sarmış ve tabii ki bu tedavileri yapacağız.”
Beden ile ilgili, dışarısı ile ilgili yapılacaklar yapılacak ama içerideki bu farkındalık ya da dönüşüm gerçekleşmeden, varlığımız dışarıda iyileşmeye izin vermiyor. Peki içeride ne yapacağız ne anlayacağız ki dışarıdan yapılan tedavi uygulamalarını da iyileşmek için kullanabilelim?
İşte burada hayatı sevebilmemiz çok önemli. Eğer sen hayatı sevmiyorsan, hayat seni sevecek mi?
Hayat aynasında seyrettiğin bu filmde sen sevilmediğini düşünmeye, bu hayata layık olmadığını düşünmeye devam ettiğin müddetçe, çeşitli insanları yargılayıp eleştirerek kendini sevgisiz bir duruma mahkum etmek durumunda kalabilirsin.
Eğer bu hayatı seviyorsan kendini sevebildiğin için seviyorsun. Bu hayatı sana vereni, hayatın imkanlarını, sunulanları kucaklayarak... Yani verenden dolayı verilenleri sevmek... Çünkü hepsi bir bütün, hayat da beden de...
Vücudun herhangi bir yerinde bir şey olduğunda sadece orada bir durum olduğunu, organların birbirinden ayrı, yaşanılan rahatsızlıkların bedenden, duygudan, zihinden, ruhsal yapılarımızdan, düşünce biçimimizden ayrı olduğunu zannedebiliyoruz.
Oysaki her şey bir bütün ve konular bu bütünlüğün farkındalığıyla ele alındığında iyileşebilmek çok daha kolay. Diğer türlü sadece bir parçayı ele olarak, diğer parçaları görmezden gelerek yapılan iyileşme çabaları, aslında Allah’ın kurduğu bu düzeni bypass etmektir.
Şöyle bir hadis var: Müslüman (Müsli-iman) hasta olmaz.
Bizim iman noktamız tam göğsümüzde, timus bezimizin, aynı zamanda kalp gözümüzün, kalp çakarımızın olduğu yerdedir. Eğer burası iyiyse yani olanın mükemmelliğine, güzelliğine tam bir iman halinde isek, bedenin dengesi sağlamdır ve hastalıktan uzağızdır. Hasta olduysak buradaki imanla ilgili bir sorunumuz var demektir.
İmanı tetikleyen en önemli şey hayatın gerçekliğini, olanın mükemmelliğini ve güzelliğini seyirde ve bu şahitlikte olma hali içerisindeki “kabul”dür. Yani kabul edemediğimiz herhangi bir şey olduğunda burası sarsılır.
Kabul edilemeyen şey nedir? İtiraz ettiklerimiz... Peki esas neye itiraz ediyoruz? Allah’ın yarattığına.
Hayatımıza davet ettiğimiz ve aslında bizim seçimimiz olanları, “Hayır bu benim siparişim değil.” diyerek kabul etmediğimizde itiraz ediyoruz.
O zaman buradaki iman, öfkeyle, kızgınlıkla ya da korku ve endişeyle çeşitli durumlara yol açıyor.
Eğer endişen varsa göğsün donuyor, soğuyor. Eğer öfken varsa burası dumanlanıyor, gözlerin kararıyor bir şey göremez oluyorsun. Eğer korkuların varsa aşağı çekiliyorsun.
Öyleyse buranın en önemli ilaçlarından bir tanesi “eminlik”tir.
Bu dünyada bir plan ve programla, sana sunulan güç ve yetki ile Yaradan’la işbirliği yaptığında mükemmel bir hayatın olacağını ya da itirazların, egon, nefsi çıkarların için işbirliğini bozduğunda, yolunu değiştirmek ya da geriye gitmek durumunda olacağını anlamalısın.
Öyleyse biz bu kadar mükemmel bir sistemi ne kadar iyi okuyup tanımlarsak aslında okuduğumuzun kendimiz olduğunu ve kendimizin de bu sistemin bir parçası olduğunu görür ve bir kabule geçeriz.
Eğer bu dünyanın sistemini ve düzenini okuyabiliyorsanız yaptığınız her işe aşkla akarsınız. Sunulanları aşkla kucaklarsınız. İyi ya da kötü diye yargılamak yerine “Bunun bana ne faydası var?” diye bakarsınız.
Sonsuz yolculuğumuzun içerisinde burada yaptıklarımız, yaşadıklarımız ve varlığımıza, özümüze aktaracaklarımız çok önemli. Hayatı, kendimizi, bize sunulan imkanları görüp kabul edip sevgiyle kucaklayabilmemiz için de gönül gözümüzün açılabilmesine, perdelerimizin kalkmasına ihtiyacımız var. İster bir ilişkinin, ister bir işin ya da bir halin içindeyken öncelikle sevgimizi oraya kökleyebilmeye yani hayata köklenip hayatı sevebilmeye...
Olan her bir şeyin Allah’tan geldiğinin eminliğini ve bir yaprağın bile O’nun izni olmadan kıpırdamadığının farkındalığını içeriye aldığımız andan itibaren olanı olduğu gibi kucaklamaya başlıyoruz ve olanı kucakladığımızda o da bizi kucaklamaya başlıyor.
Kalbinin sesini duyup dinleyebilen ve iman tahtasının altındaki kalp gözünü açabilenler için ise o an “sevmek” başlar. İlk önce kendini sevmek... Kendini sevmeyen, başka bir insanı, hayatı, dünyayı sevemez. İnsanı sevmeyen, şifalandıramaz, şifalanamaz.
Kişi sevmeye başladığında ise bulaşacakları da sevgi dolu olacaktır.
Sevgide buluşalım...